İstanbul
AÇIK
22°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Uzak kalmış bir başyapıt

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Uzak kalmış bir başyapıt

Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminin açılış sahnesi, Yusuf’un kış mevsiminde –tahminen ocak veya şubat ayı–, omzunda giysi çantasıyla, köyünden “uzaklaşması”yla başlıyordu.

Film, daha en başından bize bir mesafeyi işaret ediyordu; kendi köklerimize olan uzaklığı, hasretini çektiğimiz şeylerin her zaman yaşanacağını ruhumuza işleyerek…

Peki, kimdi bu Yusuf? Mehmet Emin Toprak, Nuri Bilge'nin ilk uzun metraj filmlerinin başrol oyuncusu ve öz yeğeniydi. Eğer ölmeseydi, belki de Ceylan'ın diğer filmlerinde de yer alacaktı. Taşralı bu genç adam, belki bir zamanlar Nuri Bilge'nin yanına uğramış ve filmde geçen anılar fazlasıyla yaşanmıştı. Filmde gördüğümüz, belli bir çatışma çerçevesinde, kocaman bir göletten çekilen kumların kristalize edilmesi, saf hale getirilmesi gibi, çakılsız, tertemiz bir birikintiydi.

Kuşkusuz “uzak” dediğimizde, akla “yakınlık” kavramı da geliyor. Memleketinden kaçıp İstanbul'a sığınmak, ne yazık ki Anadolu'da hâlâ kabuğunu kırmaya çalışan gençlerin hayalini süslüyor. İstanbul, çaresiz kalmış birçok insanın hakikate ulaştığı tek durak gibi. Bu görkemli şehir, kimlerin hayalini süsleyip kimlerin hayalini yıkmadı ki…

Uzak, gurbetin sancılarını tatmak isteyenler için sadece bir öneri değil, Türk sinemasının ayrılık konusundaki en baba filmlerinden biri. Bu filmden kendime ayırdığım kısım belki topraktan bir zerreciktir; ancak toprağın görünmesi için de zerreciklerin olması gerekir. Klavyemizin ve şuurumuzun akıttığı ölçüde sürecek bu anlatıda kusurum olacaksa, baştan affımı isterim.

Uzak, İstanbul mu?

Yusuf, akrabası Mahmut'un yanına ilk geldiğinde, yani apartmanın antresinde Mahmut’u beklerken uyuyakalmıştır. Karanlık bir karşılaşma ve insanı huzursuz edecek düzeyde bir sessizlik... Bu sahne, Mahmut'la Yusuf'un ana çekişme noktalarını bize gösterir. Yusuf'un derdi neydi, Mahmut'un sıkıntısı neydi? Yusuf köklerinden kaçıp denizlere açılmayı arzularken, Mahmut ise kaybedilmiş hayallerini Yusuf'ta görünce belki onu kıskanıyordu. İçindeki huzursuzluğun yeniden nüksettiğini fark edince de her köylü kurnazı gibi frene basmayı biliyordu. Ancak Mahmut bu kadar acımasız biri değildi, hatta çıktıkları araba yolculuğunda, yeri geldiğinde güngörmüşlüğünü azar azar Yusuf'a sezdiriyordu. Yusuf için Batı bir hayaldi, bu topraklar ona acıdan başka bir şey vermiyordu. Mahmut ise Batı'yı görmüş, ancak hayal kırıklığına uğramıştı. Eski eşinin bile yurtdışına gitmesini engelleyememişti ve Batı rüyası onun için tersyüz olmuştu.

Mahmut, sinemacı ruhuyla ona kalan tek dilim pastayı, ürün fotoğrafçılığını, işverenin burun kıvırışları arasında heba etmişti, öte yandan Tarkovski sevdasının peşinden kendisine artakalanın ise sadece pornografik görüntüler olmasıydı. Kendi cinsel hazzı için Tarkovski de ölmüştü âdeta. Onun o anda Tarkovski'ye sırtını dönmesi, kaybedişinin simgesiydi. İhanet değildi belki ama tükenişin en keskin anlarından biriydi. Mahmut, hayattan elini eteğini çekmiş ve sıkıntısını her haliyle göstermişti, Yusuf ise âdeta bir hayalet gibi Mahmut'un çevresinde dolanarak onun sabrını zorlamıştı.

Mahmut, kendi dünyasının çelişkileriyle hesaplaşırken Yusuf’u bir kurtarıcı değil, ezilmesi gereken bir fare gibi görüyordu, oysa Yusuf askerlikten kaçmak için ne yaptıysa başaramamış ve son noktayı koymuştu. Her ikisi için de acımasız ve ruhsuz bir sondu bu; Mahmut kayıptı, Yusuf da…

Uzak, her şeyini kaybeden iki insanın filmi... Belki konusu değil ama kaybeden iki insana Türk sineması yabancı değildi. Yılmaz Güney’in Umut filminde de kaybeden iki insana rastlarız. Ancak Umut'ta karakterler sonuna kadar umudunu sürdürürken, Uzak'ta bir umut ihtimali bile yoktur.

Nuri Bilge, sinematografik açıdan Türk sinemasının en iyi filmlerinden birini çekerken, aynı zamanda bu toplum için sonuçları ağır olacak bir film yaptığını belki de fark edememiştir. Bu kadar çaresiz bir hikâyeyi izlemek isteyenler ya çok sanatçı ruhludur, ya da ölümüne delidir. Sinema âşıklarını saymazsak, seveni olmayan bir filmdir Uzak. Böylesi filmlerin alıcısı her zaman azdır, ancak bu azlık genellikle en iyiyi gösteren örnekler olurlar.

Uzak'ın sinematografisi, uzun planlar ve görsellik açısından seyirciye haz veren kadrajlarla bezeli. Her biri ayrı bir portre olabilecek bu kadrajlar, filmin en başında izleyiciye işaret tohumlarını ekmeye başlar

 Filmin unutulmaz yanı, kendini tekrar etmemesidir. Mahmut ve Yusuf, her sahnede farklı bir duyguyla karşı karşıya gelir, duygusal seyirleri düz bir çizgi izler. Nuri Bilge bize bu filmde, gitgide yalnızlaşan veya karmaşıklaşan motifleri karşımıza serer.

Bu sıcakkanlı başyapıtı hâlâ izlemeyen varsa, umarım “uzak” kalmaz ve bir an önce izler.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *