Nasılsınız?
Nasılsınız? Ülkenin genelinde bir karamsarlık, bir öfke ve ne yapacağını bilememe durumu. Suratlar asılmış, selamlar askıya alınmış, kaşlar çatılmış ay sonunun bitmesini iple çekiyor herkes.
Marketin manavın önünden geçerken, ayın başına göre daha bir sıklaştırılmış, hızlandırılmış adımlar. Vitrinlere küskünce, kaçamak şekilde atılan bakışlardan derin bir hüzün ile beraber çaresizlik okunuyor.
Ceplerdeki deliklerden giren soğuk rüzgâr, yavaş yavaş tüm bedeni titreterek ilerleyip kalplere dokunuyor. İşte bu ahval ve şerait içinde dahi asıl vazifemiz kuyruğu titretmemek, dik tutmaktır değil mi?
Sahi nasılsınız? Anlamsız bir hal-hatır sorusuna dönüşen bu sözcük bile artık sıkıcı geliyor insana. Şimdi, ‘olur mu öyle şey, sahiden merak ettiğim için sordum,’ diyerek maval okumayın bana.
Yok aslında birbirimizden hiç farkımız, her şey her yerde kötü ama biz dünyayı titreten bir ecdadın evlatlarıyız, değil mi? Değil aslında. Benim atalarımın arasında sarayda yaşamış hatta saray görmüş kimsenin olduğunu da sanmıyorum.
Ecdadın yaptıklarının meyvesi yeneli çok oldu, bize ise sadece yenilenlerin kabuğu ve çekirdekleri kaldı. Dün yenen erikler şimdi kamaştırırken dişimizi, arap saçına döndürdük bir zamanlar rast giden her işimizi.
Eskiler cevizleri yerken iyiydi her şey ama biz hep muhallebi üzerine kurduk düşlerimizi. İyiyim derken, yalan söylemenin rahatsızlığını hissetmememiz yüzsüzlükten değil, alışkanlıktan.
Aslında biliniyordur elbet iyi olmadığımız, yoklukta, yoksunlukta ve keyifsizlikte diğerlerinden hiç geri kalmadığımız. Ama pelesenk olmuş dillere bir kere aynı soru cümlesi, sırf adet yerini bulsun diye soruluyor işte hal hatır meselesi.
Gerçeği duymak isterseniz: İyi değilim, iyi değiliz hiçbirimiz. İyi olamayacağız belki de hiçbir zaman. Ama yine de sorun siz; belki bir gün bir şey olur, şehre bir film filan gelir, değişir her şey, değişir zaman, ya da boş verin aman, saklamayın yüreğinizde kötü dönemlerinizin izlerini, bırakın kaale almayın ucu yamulmuş kalemimden çıkan bu naçizane sözlerimi.