Sevil İnce: Yazma serüveniniz nasıl başladı? Şiire olan ilginizi ilk ne zaman keşfettiniz?
Ayşe Şafak Kanca: Doğduğun topraklardan bir vesile ile başka memlekete gittiğinde boynu bükük, bir garip hissedersin kendini. Ben de 1980 darbesiyle Türkiye’deki şartlar zorlaşınca okumak için Viyana’ya gittim. Gariplik hüzünler yumağıdır, şiire benzer. Ben de 80’li yıllarda hüzünle dost olup şiire düştüm. Viyana şiirimin miladıdır. Kimi Attilâ İlhan, kimi Özdemir Asaf, kimi Necip Fazıl ile yürüdüm Viyana kaldırımlarında, bazen Eric Fried’le kurbağaları taşladım, bazen de Rilke’nin meleğinin kanatlarıyla uçtum Tuna rüzgârlarına karşı. İşte o yıllardı, ben de şiir yazmaya heveslendim. Daktilo ile yazdığım, hatta resimlediğim aşk, hasret dolu şiirlerimi kimseyle paylaşmayı düşünmedim hiç, zamanın boşluğuna terk ettim bu şiirlerimi.
Tuhaf gelecek belki ama, yazdıklarımın benden çok sonra bir sahaf rafında birileri tarafından bulunup sevileceğini hayal ediyorum. Viyana’da şiirlerle geçen on yıldan sonra, 90’ların başında peşimi bırakmayan İstanbul’a döndüm ve bir kez daha gurbete düştüm. Burada en güzel şiirlerim olan kızlarım dünyaya geldi. Ve uzun zaman başka şiir yazmadım. Onlar büyüyüp yollarını çizdikten sonra, bir boşluğa düştüm tekrar. Attilâ İlhan’ın, “bir boşluğa düşersin bir boşluktan, birikip yeniden sıçramak için” dizelerindeki gibi hissediyordum yine bir süredir. Sıçrama vaktim gelmişti demek ki, şiir geri geldi birden.
‘Şiir yazmaktaki amacım, içimdeki tedirginlikten kurtulmak’
S.İ.: Sizi bütün edebi türler arasından şiir yazmayı seçmeye yönelten itki neydi?
A.Ş.K.: İnsan şiire benzer, özünde hep yalnızdır. Yalnız insan, arayıştadır. Şiir de yalnızdır, muhatabını arar durur. Ben, ancak yazarak kurtuluyorum içimdeki arayıştan, paylaşarak hem içimi sağaltıyorum hem paylaştıkça artıyorum sanki. Her ne kadar önce kendim için yazsam da, birileri okusun yazdığım beğenilsin de istiyorum. İnsanın doğasında var, bunu herkes ister. Yalnızlığın kenarlarını şiirlerle süslüyorum sanırım. Bir şiirim, bir insanın acıyan bir yerini onarsa, bir dize yüreğine dokunsa yetiyor bana. Eski Ahitt’te dendiği gibi “Güneşin altında yeni bir şey yok”, kelimeler de farklı değil ancak farklı ifade ediş tarzlarımız var. Az kelime ile çok katmanlı hislerimi ancak şiirle ifade edebildiğimi düşünüyorum. Kendimi anlatma biçimi olarak bu yüzden şiiri seçtim, belki de şiir beni seçti. Şiir yazmaktaki amacım, içimdeki tedirginlikten kurtulmak. Bir zorunluluk, bir cebelleşme, devrik bir düşünme şekli hayata takındığım.
Şiir okurken de yazarken de düsturum beslenmek değil; tat almak ve tat vermek. Okuyanın aklına değil, yüreğine seslenmeyi isterim. Kendim de içime böyle işleyen şiirleri sevdim hep. Şiirim için yeni diyemem, ancak benim sesim başkalarından farklı olduğu için biricik. İlk kitabım Azalma Vakti’nde yer alan “Suskunlar Evi” şiirimde dediğim gibi: “Ardımdan şiir yetişmese dayanamazdım susmaklara”.
‘kadın erkek cinsiyet gözetmeksizin yazmalıyız’
S.İ.: Atölye sizin için ne ifade ediyor? Şiir atölyesine, katıldınız mı? Sizce şiirin atölyesi olur mu?
A.Ş.K.: İşte bu soru önemli benim için, özellikle de Edebiyat Atölyesi Dergisi’nde yanıtlayabileceğim için. Yurtdışında ve Türkiye’de; resim, seramik ve edebiyat atölyelerine katıldım. Kendim de atölyeler düzenledim. Sanat bir bütün olarak veriliyor insana diye düşünüyorum. İnsanın kendi sınırlarını deneyimleyebildiği yerler atölyeler. İnsan şiirsel gerçekliği kendi deneyimlerinden, etrafında olagelenlerden ve nesnel gerçeklerden öğreniyor, atölyeler buna imkân sağlayan interaktif ortamlar. Renklerle oynamayı sevdiğim gibi, kelimelerle de oynamayı seviyorum. Percy Shelley, “içinizde olmayan şiiri başka hiçbir yerde bulamazsınız” demiş ya, ben de kelimelerle oynarken içimdeki şiiri tekrar buldum ve bu defa bırakmamaya karar verdim.
Özellikle pandemiyle birlikte sanal atölyelere ilgi de arttı. Her konuda atölye bulmak mümkün sanal âlemde. Ancak, her nedense son zamanlarda, şiir atölyeleri, bunlara katılanlar ve sonrasında şiir kitabı çıkarmaya cesaret edenler çok fazla taşa tutulmaya başlandı. Bir şeye Tabii ki atölyeler şair yetiştirmiyor, bir başka deyişle atölyeye gelen buradan şair olarak çıkmıyor. Ancak yazmayı deniyor. Ve muhakkak ki okuyor, çalışıyor, denemeler yapıyor, şiir hakkında çok şey öğreniyor. Bunun hiç değeri yok mu? Ortada bir sürü sorun varken, etrafta o kadar çok popüler kirlilik varken, özel olarak gerçek edebiyatın mevzuu olan şiirin atölyesinin kime ne zararı var anlamakta güçlük çekiyorum. Geçen gün Gonca Özmen Gümüşlük Akademisi’ndeki şairler buluşmasında aynen şu cümleyi kurdu: “Geleneksel, klasikleşmiş birtakım otoriteler tarafından ‘bu şiir, bu şiir değil' filan deniyor, bunların hepsi bitti artık. Şiir yazıyorum diye yazdığınız ve sürdürdüğünüz şey şiirdir, bunun bir alıcısı, bir okuyucusu vardır, biçim denemelerin ise sana özgüdür.” Çok hoşuma gitti, tam da düşündüğüm şeydi. Yani kadın erkek cinsiyet gözetmeksizin yazmalıyız, yazmak da hakkımız. Şiir atölyeleri benim için şiirin okulu gibi, eskinin Babıâli’si bir nevi, daha özelimde ise biraz da, Viyana dönüşlerindeki, menfaatsiz, karşılıksız, Suriçi edebiyat mahfillerine nostaljik bir hasret daha çok. Usta şairler Haydar Ergülen ve Altay Öktem atölyeleri sayesinde; şiir konuşulan ortamlara girdim, birçok günümüz şairini, edebiyat insanını, kendi ağzından bilfiil tanıma ve şiir anlayışını daha detaylı inceleme imkânı buldum. Tanıdıklarım arasında ilk aklıma gelenler; Pelin Özer, Gonca Özmen, Deniz Durukan, Salih Bolat, Orhan Alkaya, Akif Kurtuluş, Şeref Bilsel, Seyyidhan Kömürcü, Serkan Türk gibi isimler.
Ayrıca şiir atölyelerinin bir artısı da, çeşitli edebiyat dergilerinde şiirlerimin çıkıyor ve seviliyor olması, bunu da geri dönüşlerden anlıyorum. Kimse annesinin karnından şair olarak doğmuyor. Ama her şey öğrenildiği gibi, insan öğreniyor. Şairlere baktığımızda çoğunun mesleğinin de farklı olduğunu görüyoruz. Ne yapsınlar yani, kendilerini gerçekleştirecek mecra olarak şiire tutundularsa, hayat boyu sevmedikleri, kendilerine hasbelkader iliştirilen mesleklerine devam mı etsinler? Tabii ki ‘yıldızlı hayır’. Kim edebiyat adına bir şey yapmak istiyorsa yapsın. Öykü, roman, şiir, makale yazsın, kitap çıkartsın. Şiirin duru tarafına niyet edelim, şiir konuşalım ki dünya güzelleşsin.
'Bazen bir kelime bambaşka bir şiire götürür beni’
S.İ.: Şiir yazma süreciniz nasıl ilerliyor? Özellikle tercih ettiğiniz zaman/mekân var mıdır?
A.Ş.K.: Bulduğum her kâğıt parçasına, her boşluğa yazabilirim, gece gündüz fark etmez. Bazen bir peçete üstüne iki üç dize, bazen telefona bir not. Bazen de uykumdan fırlayıp, karanlıkta el yordamı ile başucumdaki deftere kargacık burgacık, sabah okumakta zorlandığım dizeler; kendim de unuturum bazen yazdıklarımı. Bir yerlerde bulunca sevinirim tekrar. Edip Cansever, “sabah erkenden o sandalyeye oturulmazsa ortaya bir şey çıkmaz” dermiş. Sabah kahvemle birlikte şiir okurum mutlaka. Sonra belki yazarım diye umut ederim. Şiir mesai isteyen tam zamanlı bir iş. Bunu düstur edindim kendime. Etkilenmekten korkmam. “Yeni şiirler birinin başka şiirleri yanlış anlamasından ortaya çıkar” diye yazmış Amerikalı edebiyatçı Harold Bloom Etkilenme Sanatı adlı kitabında. Bazen bir metni, şiiri yanlış okumam, ya da bir kelime bambaşka bir şiire götürür beni. Yani benim için, aklımın ucu, neye ve nereye baksam hep şiir.
S.İ.: Nasıl bir şiriniz var? Şiirlerinizi kaleme alırken hangi temalardan yararlanıyor, nelerden ilham alıyorsunuz?
A.Ş.K.: Türkçe kelimelerle oynamaya müsait bir dil. Kelimeleri bölerek, farklı anlamlarını çağrıştırmayı seviyorum. Yanlış anlaşılmasın, zorlayarak değil, kafam bu şekilde çalışıyor. Bir şiir, çok şiir oluyor böylece. Yaşadığım dönemde olan biten her şeyden etkileniyorum tabii ki. Şiirlerimde doğanın unsurlarını, renkleri çok kullanıyorum. Yazdıklarım; insan, hayvan, bitkinin kendi habitatlarında ve sosyal sistem içinde içi çe anlatıldığı şiirler. Bir tür adı veremeyeceğim ama. Nordik edebiyatta çok sık rastlanan anlatımcı şiire benziyor diyebilirim. Dizelerle anlatmak istediğimin resmini çiziyorum şiir okuruna. Şiirde benim için, ses ve ritm önemli, yazdıklarım müziksiz var olamayan dizeler. Bir klasik müzik parçası gibi, inişli çıkışlı, başlangıç ve son olmalı mutlak. Okuyanda tınısı kalsın isterim şiirlerimin.
‘doğumla ölüm arasındaki yok oluşun yolculuğu’
S.İ.: Neyin şiirini yazıyorsunuz? Kitaplarınızın yazım sürecinizden, şiirlerinizde ele aldığınız tema ve konulardan söz eder misiniz?
A.Ş.K.: İlk şiir kitabım Azalma Vakti tam da pandeminin başladığı, etrafımızdan insanların şaşkınlıkla ve hızla azaldığı 2020 yılına denk geldi. Haydar Ergülen Hocamla seçtiğimiz bu kitaptaki şiirler yazılı fotoğraflar mahiyetinde, geçmişten bugüne hayatımızdan eksilen şeylere hep bir hasret. Bu kitap çocukluk, ilk gençlik, pandemi dönemi ve son şiirleri olmak üzere dört bölümden oluşuyor. Hayatımın dört döneminden bir seçki. Kitabın bölümlerinin başındaki kısa şiirler de Haydar Hocama yazdıklarım. Her daim arkamızdadır hepimizin, hakkını ödeyemem.
Bu arada 2020’de ilk defa Viyana’da yazmış olduğum bir şiir Wiener Sonett, Türkçe ve Almanca olarak İsmail Sertaç’ın çizimleriyle 105 adet olarak sınırlı sayıda basıldı. Her ne kadar Almanca bilsem de, arkadaşlarım Şebnem ve Lydia bu şiir tercümesinde yanımdaydılar. Tek şiirlik olduğundan, kitap değil, ancak andaç diyebiliyorum.
İkinci şiir kitabım olan Yanık Bal Kokusu kitabımın editörlüğünü Altay Öktem Hocam yaptı. Şiire farklı bakmamda emeği büyüktür. Yazdığım onca şiiri okuyup, içselleştirip öyle bir bütün haline getirdi ki, ben bile hayret ettim kitabın akışına.
Yanık Bal Kokusu; serbest dizelerle yazılmış şiirler ve düzyazı şiirler olmak üzere, iki farklı tarzda yazdığım şiirlerden oluşuyor. Bu kitapta, kendi başına bela olan insanı yazdım ve dünyaya verdiği zarar için kendi payıma düşen özrü şiirlerle diledim. Kitaptaki şiirlerim; insanın doğayı katledip dünyanın ve kendinin sonunu hazırlamasından duyduğum üzüntüyle yazdığım, yalnızlığın, çaresizliğin, şiirleri. Kitabın son şiirde de ne yapmamız gerektiğini yazdım.
Şairler kedilerden ayrı düşünülemeyeceğine göre, ‘Kedili bir şiir yazmalıyım’ dedim. Şiir yazanlar öyle demez ama herkesin bir mevzuu vardır. Anne rahmine düştüğümüz anda tükenmeye, kirlenmeye başlıyoruz. Ben, doğumla ölüm arasındaki bu yok oluşun yolculuğunu yazıyorum. Bunu yazarken de etrafımızda bilerek ya da bilmeyerek zarar verdiğimiz, tükettiğimiz şeyler adına da tanıklık ve sözcülük ediyorum bir yandan. Ve yaptığımız kötülükler için kendi payıma düşen özrü dünyadan şiirle diliyorum.
S.İ.: Yeni projelerinizi var mı?
A.Ş.K.: Elbette var, uzun zamandır üzerinde çalıştığım haikular var, ancak daha alacak yolum var bu konuda. Bir de Viyana ile ilgili anıları içeren ve kısa sahnelerden oluşan bir çalışmam var. Ara ara açıp okuyorum her okuduğumda değişiyor bu proje. Yani şiir yapıyorum; bu da daha uzun bir mevzu. Hangisi önce tamamım der, henüz bilemiyorum. Öyle konuşulduğu gibi şiir ölmüyor, bazen öyle bir şiir kitabı geliyor ki önüme çok heyecanlanıyorum, şiirle ilgili çok umutluyum. Gençler şiire ilgi duyuyor, şiir yazıyorlar. Hepsini anlamasam da yazılanların, Türk şiiri ölmeyecek bunu anlıyorum.
Şiirin genci yaşlısı olmazmış, ben de bu bağlamda hâlâ kendimi işin başında hissediyorum. Kısmetse ben de hep yazmaya talibim. Kim bilir, kayıp yılları özetlerle telafi etmek mümkün olur belki. Ufuk büyük, şiir uzun ve hepimizin.